Sayfalar

21 Eylül 2013 Cumartesi

Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul'un fehtindeki manevi yardımlar

Fatih Sultan Mehmet
Fatih Sultan Mehmet

Fâtih ve fetihteki mânevî yardımlar

İstanbul’un fethiyle ilgili şu mûcize haber Müslüman idarecileri 9 asır boyunca heyecanlandırdı:

“Kostantîniyye (İstanbul) elbette fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir, onun askerleri ne güzel askerdir.”

Osman Bey de bu heyecanı yaşayanlardan idiyse de bu kutlu fethin kendisine nasip olmayacağını anlayınca oğlu Orhan Gazi’ye şu vasiyette bulunuyordu:

“Osman-Ertuğrul oğlusun 
Oğuz-Karahan neslisin 
Hakk’ın bir kemter kulusun 
İstanbul’u aç gülzâr yap.” 

Ne var ki, fetih Orhan Gazi’ye de nasip olmamış, Birinci Murad, Yıldırım Bâyezid, Çelebi Mehmed derken İkinci Murad Han zamanı gelmişti.

Sultan Murad, Peygamberimiz’in övgüsüne nâil olacak emirin kendisi olup olmayacağını düşünüyor, bunun heyecanını yaşıyordu. Bir gün, Edirne sarayında zamanın mâneviyat büyüklerinden Hacı Bayram Velî Hazretleri’yle sohbet sırasında düşüncesini bu mâneviyat büyüğüne açar:

“Efendi hazretleri! Kostantîniyye’nin fethi bize müyesser olacak mı?” 

Hacı Bayram Veli Hazretleri cevap verir:

“Hayır sultanım! Kostantîniyye’nin fethi, bizim köse ile şu beşikte yatan şehzâdeye nasip olacak.”

Büyük Veli’nin köse dediği zat Akşemseddin Hazretleri’dir.

Sultan Murad’ın küçükken verdiği şu öğütler, saygılı oğul Fâtih’in zihninden hiç çıkmamıştır:

“Oğul! Üç türlü insan vardır. 

Bir: Aklı ve fikri yerinde, geleceği az çok gören ve düşünen ve hiçbir olumsuzluğu olmayan kimseler. 


İki: Eğri ile doğruyu bilmekten uzak olanlar. Bunlar bu duruma kendi istekleri ile değil, çevrenin etkisi ile düşmüşlerdir. Nasihat dinler söz kabul eder, duyup işittiklerine uyarak yaşarlar.

Üç: Ne kendileri bir şeyden haberdardırlar, ne de ikaz ve nasihatlara kulak asarlar. Sadece kendi istek ve arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini sanırlar. En tehlikeli ve âdî kimseler bunlardır.

Ey Oğlu! Yüce Allah, eğer seni ilk saydığım özellikteki kişiler arasında yaratmışsa, sevinirim. İlkinden değil de ikinciler gibi isen yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncü gruptan olmayasın ki onlar Allah’a ve insanlara karşı iyi bir durumda değildirler. 


Hükümdarlar, elinde terazi taşıyan kimseye benzerler. Sana, hükümdar olunca teraziyi doğru tutmanı (adâleti) tavsiye ederim. O zaman, Allah da senin iyiliğini murad eder.”

Şehzâdeliği bu nasihatlerle, sıkı bir eğitim ve mânevî bir havada geçen Sultan Mehmed, şu yüce idealin sahibi olarak kıyamete kadar unutulmayacak bir Fâtih olmuştu:


“İmtisâl-i câhidû fillah olupdur niyyetüm

Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm

Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile

Ehl-i küfrü serteser kahreylemekdür niyyetüm

Enbiyâ vü evliyâya istinâdum var benüm

Lutf-i Hakk’dandır heman ümmîd-i feth u nusretüm

Nefs ü mâl ile n’ola kılsam cihanda ictihad

Hamdülillah var gazâya sad-hezârân rağbetüm

Ey Muhammed! Mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile

Umarım gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm”


Bugünkü ifadelerle yaklaşık olarak şöyle diyordu:

Benim niyetim, Allah’ın “Allah yolunda cihad edin” emrini yerine getirmek, gayretim sadece İslam gayretidir; Allah’ın ve Allah dostlarının yardımlarıyla kâfirleri toptan kahretmektir.

Ben, peygamberlerin ve evliyânın yardımlarına dayanıp güveniyorum. Gayem, canla-malla bu dünyada din yolunda gayret etmektir. Bunun için fetih ve yardımı Allah’ın lütfundan beklerim.

Elhamdülillah! Yüzbin kere gazâ etmeye iştiyakım var.

Kendisinin ismi Mehmed/ Muhammed olduğu için sonunda kendisine hitâben şöyle diyor:

Ey Muhammed! Umarım ki, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’ın mûcizeleriyle devletim din düşmanlarına gâlib gelir.

***

Yukarıdaki mısralarda da görüleceği gibi, Fatih mâneviyat erbâbının yardımlarına çok ehemmiyet veriyordu. Onun içindir ki, hocası Akşemseddin’in ve zamanın kutbu Ubeydullah-ı Ahrar (k.s.) Hazretleri’nin teveccüh ve himmetlerine müracaat etmişti.

İstanbul’un fethi uzayınca, fethin gerçekleşmesi için ne yapmak gerektiğini sorduğu Akşemseddin Hazretleri, “Zamanın kutbunun Semerkant’taki Ubeydullah Ahrar hazretleri olduğunu, O’nun himmetiyle fethin gerçekleşeceğini” söylemişti.

Bundan sonrasını Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin torunu Muhammed Kâsım’ın anlattıklarından öğrenelim: “Ubeydullah Hazretleri birgün öğleden sonra âniden beyaz atının hazırlanmasını istedi. At hazırlanınca binip hızla Semerkant’tan ayrıldı. Talebelerinden birkaçı da peşinden gitti. Biraz sonra talebelerine “Siz burada durun” buyurdu. Kendisi atını Abbas Sahrası’na doğru sürdü. Bir müddet daha kendisini takip eden talebelerinden Mevlânâ Şeyh diyor ki, “Sahraya vardığında atını bir sağa bir sola sürdü. Sonra birden gözden kayboldu.”

Daha sonda evine dönüp nereye gittiği sorulduğunda buyurdu ki:

“Türk sultanı Muhammed Han kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allah’ın izniyle galip geldi, zafer kazanıldı.” 


Tâcü’t-Tevârîh isimle meşhur tarih kitabının yazdığına göre, yukarıdaki hadiseyi anlatan Muhammed Kâsım’ın babası ve Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin oğlu, İkinci Bâyezid zamanında Anadolu’ya gelir ve Sultan’la görüşür. Bu görüşmeyi şöyle anlatıyor:

“Bilâd-i Rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde Sultan Bâyezid bana babamdan bahsederek şeklini ve şemâilini tarif etti; “O zatın beyaz bir atı var mıydı?” diye soru. Ben de beyaz bir atı olup bazen ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezid şöyle dedi:

“Babam Sultan Muhammed Han bana şunları anlattı: İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada harbin en şiddetli bir anında Ubeydullah Hazretleri’nin yardımını istedim. Şu, şu vasıfta ve beyaz bir at üzerinde bir zat yanıma geldi ve ”Korkma! Endişelenme!” buyurdu. Nasıl endişelenmeyeyim, küffar çok dedim. O zaman elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Bakınca büyük bir ordu gördüm; “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık. Üç defa kös vur ve hücum emri ver” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. Böylece düşman hezimete uğradı ve fetih gerçekleşti.” 


***

Sultan Fâtih, ibâdete düşkün, derviş ruhlu bir zat idi. Babasının yaptığı gibi Allah’ı zikirle meşgul olmak için sultanlığı bırakmak niyetindeydi. Fetihten sonra, Akşemseddin Hazretleri’ne, padişahlığı bırakıp derviş olmak istediğini söyledi. Akşemseddin Hazretleri, onun bu teklifini kabul etmedi. Padişahın asıl vazifesinin devlet işleriyle ilgilenmek olduğunu, din-i İslam ve adâletle memleketi ve dünyayı idare etmenin daha makbul olacağını, aksi halde din ve devlet zarar göreceği için, kendisinin de Fâtih’in de Allah katında mes’ul olacaklarını söyledi. Genç sultan, onun dediği gibi hareket etti.

***

Fâtih, yedi dil biliyordu. Şâirdi; mühendislik ve haritacılık sahasında çok ileri seviyede idi. Hem kendi aklî ve naklî ilimlerde zirvede idi hem de aynı seviyedeki şu şahsiyetlere sâhip idi: Akşemseddin, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Çelebi, Ali Kuşçu, Hocazâde.

Fatih bir ilim âşığıydı. Fâtih Medreseleri açıldıktan sonra, burada kendisi için de bir oda istedi. Sadece dânişmentlik (doçentlik) pâyesine sâhip olanlara medresede oda verilebileceğini söylediler. Fatih, bunun için imtihana girdi ve bu imtihanı başarıyla verdi.

***

Fatih’in, namaz hususunda Rum vilayetlerine gönderdiği bir ferman:

“Allahü teâlâ, emirlerinin yerine getirilmesini bize nasip ve müyesser eylesin! İşittiğime göre, Rum diyarındaki şehir, kasaba ve köylerde yaşayan müslüman ahâli, İslam’ın emrettiği farzları yapmak ve sünnetlere riâyet hususunda Kur’an-ı Kerîm’e ve hadis-i şeriflere uymakta gevşeklik gösterirler imiş. Allahü teâlânın ‘Namazı ikame ediniz’ emrine ve ‘Namaz dinin direğidir. Onu dosdoğru kılan dinini korumuş, terk eden dinini yıkmış olur’ hadis-i şerifine uymayıp tuğyan yoluna saparlar, böylece mescid ve câmileri harabeye döndürüp, fısk ve fücur işlenen yerleri mamur ederler imiş.

Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker eylemek üzerime vâcip olduğundan, bir adamımı bu iş için vazifelendirdim. Şöyle emir eyledim ki:

Namazı terk edeni ta’zir eylemek meşrûdur. Rum diyarında namazını geçirenler tespit edilip, İslam dininin emrinin gereği yapılsın. Halka namaz kılmaları tenbih edilip, kılmayanlar teşhir edilsin! Hiç kimse ne olursa olsun bu cezaya mani olmaya! Rum sancak beyleri, kadıları, subaşıları ve bunların emrindeki diğer memurlar, gönderdiğim vazifeliye yardımcı olalar. Böylece İslamiyet’in yüce ahkâmını yerine getirmekte gevşeklik ve tembelliğe asla meydan verilmeye. Öyle ki, mescitler dolacak, medreseler mamur edilecek ve din-i İslam kuvvetlendirilmiş olacaktır. Böylece müslümanlar refah, huzur ve saadet içinde olup, pdişahın devam-ı devletine ve kudretinin artmasına duâcı olacaklardır…” 


***

Sultan, Trabzon üzerine çıktığı seferde Zigana dağlarını yaya olarak geçiyordu. Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun da yanındaydı. Sultan Mehmet’e; “Ey oğul! Bir Trabzon için bunca zahmete değer mi?” dedi. Yüce Hakan şöyle cevap verdi: “Vâlide! Bu zahmet din yolunadır.Yarın âhirette Allahü teâlânın huzuruna varınca umarız ki bize yardım oluna. Zira elimizde İslam kılıcı var. Eğer bu zahmetli yolu tercih etmezsek, bize gazi demek yalan olur!” 

***

Fatih´e göre hocası Molla Gürani liyakatli bir insandı; muvaffak olamayacağı bir iş yoktu. Fatih, onun ilim ve faziletinden bütün tebaanın yararlanabilmesi için fetihten sonra ona sadrazamlık teklif etti. Bu teklifi tebessümle karşılayan Molla Gürani, Padişaha şöyle cevap verdi:


"Oğul! İyi harb ediyorsun; fakat hâlâ devlet idaresinde yayasın. Paşaların, yıllardan beri sadrazamlık umuduyla devlete hizmet ediyorlar. Onlar dururken medreseden beni alıp, sadrazam yapacaksın. Gayretli millet evlatlarının önlerini tıkayacak, şevklerini kıracaksın. Unutma ki ne senin paşaların medresede tefsir okutabilirler, ne de medresedeki müderrisler paşalar gibi devlet idare edebilirler. Olmaz oğul, olmaz! O mevkiin ehlini ara."
Ali Eren

06/04/2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu güne değin en çok tıklanılanlar